13 Şubat 2010 Cumartesi

İstanbul-Alanya-İzmir-İstanbul İlk uzun yol

Motorculuk geçmişim pek öyle eski değil. 2005 yılı 20 temmuzunda aldım ilk motorumu. Yamaha 125-YBR. Ama sonra f650GS selesine oturdum bir gün ve bir hafta sonra 26 Ağustos 2005 te yani F650CS vardı altımda.

Ekim ayı icerisinde de ilk uzun yol tecrübemi yaptım. Hedef Alanya.

İstanbul-Antalya arasını daha önce defalarca araba ile gittiğim için yolu biliyorum. Ama motor ile ilk deneyimim olacak bu.

Saat 10'da yola çıktım istanbuldan. Pantalon dahil full koruma üzerimde. Onların üstüne ise ince bir yağmurluk. TEM'den İzmit'e gittim önce. Hava hafif yağmurlu. Izmit'i geçtim. Yol sakin. 100-120 ile gidiyorum. Bir anda sağımdan bir motor geciyor sol şeride girip devam ediyor. Çantalarından onunda BMW olduğunu anlayabiliyorum ancak. saat 13 gibi TEM çıkışı. Geçmişte evden buraya arabayla 1 saat içinde geldiğimi düşünüyorumda bir gün...


Ulusoy tesislerinde ikinci molamı veriyorum. Burada ince yağmurluktan kalın tulum yağmurluğa geçiş yapıyorum.

Araba kullanırken konuşmayı sevmem pek. Tüm dikkatimi yola veririm. Önümdeki, yanımdaki arkamdaki araçları, yol durumunu her şeyi inceler yorumlamaya çalışırım. Motorda bu daha kolay. Araba içinde uğraşacak onca şey varken motorda Vizörden sonrası yol işte. En kötüsü müzik olmaması.

Bilecik benzin almam gerekiyor. Ben takıntılı bir insanım sanırım) Total arıyor gözlerim. İlla 97 oktan alacağım...

Bir rampadan çıkarken sağda Total yazısını görüyorum gaz kesip sağa kırıyorum. ve bir anda kendimi yerde buluyorum. Sağ ayağımda bir acı... Sol ayağım motor altında. Kalkamıyorum. İstasyondakiler koşuyor. Bir araba duruyor içinden bir kaç kişi iniyor. Elbirliği ile motoru kaldırıyorlar. Anımsadğım bir anda gidonun zaptedilmez bir biçimde yalpa yaptığı ne oldum demeden kendimi yerde bulmam. Her şey o kadar ani gelişiyorki... 1-2 saniyede olup bitiyor.

Ayaktayım. Sadece garip bir şekilde sola düşmeme rağmen sağ ayak bileğime yakın bir yerde ağrı hissediyorum. Sonradan hafifçe morarıyor. Korumalı Bot olmasa ne olurdu bilmiyorum. Ama asıl hasar sağ eldiven içinde var. Eldivenin aya bölümündeki koruma lime lime olmuş. Eldiven olmasaydı şimdi kanlar içindeki elime bakıyor olacaktım.

-Ne oldu araba mı sıkıştırdı?

İstasyonun sahibi imiş.

- Yok hayır...
- Abi burada arabalar bile kayıyor ya da kaza yapıyor hep.

Ulan hıyar mıcırı döküp bırakırsan yapar tabi diyemiyorum... Susmak işime geliyor.

Düşme nedenim asfalttan istasyonda giriş yapılan bölümün tamamen mıcır olması. Gecen bayram yine gectim aynı yerden baktım bu sefer beton dokmuşler üzerine.

Sol sinyalin plastiği kırılmış, debriyaj kolu feci biçimde geriye doğru eğilmiş, Grenajda bir şey yok. Selobant soruyorum. Sol sinayali Bantlıyorum yarine. zar zor 1. vitese takıyorum. 97 oktan benzinle dolu depoyla ayrılıyorum Total'den.

Yüz metre kadar sonra sanayi var. Giriyorum toprak yola. Bir tamirci önünde duruyorum.

- Usta geniş bir borun var mı?

Bir boruyu takıp ucuna hafifce cekiyoruz debriyaj kolunu...

- Daha fazla cekersek kırılabilir abi. Alüminyum bu ne de olsa.

Biraz daha çek yeter diyorum.

Tekrar yol... Eğik debriyaj kolunu ilk başlarda yadırgamış olsamda alışıyorum kısa zamanda.
Ehliyeti aslında 2001 yılında almıştım. Ama aşağı yukarı aynı yıllarda Bel Fıtığından dolayı 1 hafta kadar doğrulamadan evde yatınca motor sevdasını ertelemiştim. Belki ondan belki alışma sorunundan dolayı sık mola verme ihtiyacı hissediyorum. her 80 km'den sonra bu ihtiyaç özellikle belimde ortaya çıkıyor. Sanırım en uzun 140km falan yapıyorum molasız yol boyunca. Böyle böyle ortalama 100 km'de bir mola vererek geliyorum Afyona. Saat 19:00

İlk planda Afyonda konaklamak vardı. Cumhuriyet tesislerinde yemek yerken şeytan dürtüyor... Şeytana uyuyorum saat 20 gibi çıkıyorum Afyondan. Berrak bir gece. Soğuk bir gece... Alnım üşüyor en çok. Ne yaparsam yapayım kaskın içine dolan ve alnımı buz gibi yapan havayı kesemiyorum. Önce Selpak mendil koyuyorum ince blaklava içine alın bölgesine. Biraz faydası oluyor ama yeterli değil. Sonra bir başka benzinci de kaskın tüm havalandırma noktalarını selobant ile kapatıyorum. Biraz daha rahat ediyorum böylece. Kask üzerindeki havalandırmayı açma kapama tuşu düzgün çalışıyor aslında. Ona rağmen bu soğuk hava akımı sanırım boğazdan geliyor.

Yol ayrımı... Normal yol mu, uşak üzerinden mi. Durup bir sigara yakıyorum... Uşak üzerinden gitmeye karar veriyorum. Cam ağaçları, virajlar, dağlar ve göller... Bu güzergahı nedense hep daha çok sevmişimdir. Tamam gece ama yine de Bu güzergahı seçiyorum.

Uşak çıkışında benzinci çay ikram ediyor benzin alırken... Kriz zamanı da bu benzinciden benzin almıştım. Ne günlerdi. İstanbuldan buraya gelene kadar benzin zam görmüştü. Yanımızda nakit yoktu. Benzinci de Kredi kartı kabul etmiyordu... Tigra vardı o zamalar...

- Burası iyi şimdi abi... Eskiden çok solventli benzin satmış... O yüzden kötü isim yapmış.. Ama şimdi benzinimiz iyi kalite allaha şükür. Abi sen böyle üşümüyor musun bu hava da?

En çok karşılaştığım soru bu... Hayır, alnımdan başka bir yerim üşümüyor.

Hava bozuyor ilerde. Gökyüzünü Gecenin karanlığından daha kara bulutlar kaplıyor... İşte motor üzerindeki korkum, fobim neyse... Uşak çıkışında inişteyim. hafiften yağmur ciseliyor. Sol tarafta uzakta da olsa şimşekler çakıyor. Her şimşekte endişe kaplıyor içimi. Yol döne kıvrala bu koyu karanlığa doğru gidiyor çünkü.

Biliyorum aslında sol tarafta lokantalar var şimdi. Hatta bir gölet. O sırada karanlığın içinden bir şey parlıyor ve çat diye kaskımın çene bölümünde patlıyor... Geçen kamyonun lastiğinden fırlayan bir taş... Kaskım olmasaydı nice olurdu halim....

Lokantası olan bir benzincide mola veriyorum. Çay içiyorum. Havayı kestirmeye çalışıyorum... Acaba burada kalabilir miyim... Delilik bu benim yaptığım. Gecenin bir vakti ya lastiğim patlasa ne halt ederim dağ başında... 40-45 dakika oyalanıyorum benzinlikte... İlerde bir kaç benzinlik daha olduğu bilgisini alıp yola çıkıyorum tekrar.

Korktuğum başıma gelmiyor. Antalyaya kadar tek bir damla yemeden geliyorum. Şehir merkezine doğru yol alıyorum kalacak bir otel aramak için. Benzinci de gene dürtüyor şeytan...

- Alanya buradan kaç km?
- 120 km falan

Saat 01:00... 120 km dediğin nedirki. gece 2:30-03 gibi orada olurum. Tıpkı bir kaç yıl önce araba ile yaptığım gibi... En iyisi ben alanya'da bir otelde kalayım....

Ve böylece hayatımın en eziyetli yolcuğuna başlıyorum. Side'ye kadar normal her şey. Side de önce kuvvetli rüzgar yemeğe başlıyorum. Mecburen hız kesiyorum. Bir ara istem dışı şerit değiştiriyorum rüzgardan dolayı.

Sonra bir anda şimşekler çakmaya başlıyor. Bardaktan boşanırcasına bir yağmur başlıyor... En yakın benzinliğe atıyorum kendimi.

Bir saat kadar muhabbet ediyoruz oradakilerle. Restoran bölümüne turist taşıyan otobüsler girip çıkıyor. Bir ara elektirikler gidiyor. Benim scarverın farı dahil araba farları ile aydınlatma yapıyoruz. yağmur kesilir gibi olunca yola çıkıyorum tekrar. Şimşekler çakıyor. Neydi formul? Ne formülü yaaaa.

Otel arıyorum fellik fellik... Saat gecenin 03'ü olmuş... 150 dolar fiyat çekiyor boş yerimiz var diyen adam.
Yağmur tekrar başlıyor...

Şimşekleer olmasa sorun değil aslında... Dayanamayıp bir benzinciye daliyorum tekrar... Otel aramaktan vazgeçtim. "Yer yok" aldığım yanıt bu. Alanya'ya çok az kaldı aslında... Avsallar sonra alanya. Avsallar... Onunda ayrı bir hikayesi var geçmişten.... Yagmur damlaları ninni gibi... 20 dk uyumuşum o benzincide sandalye üstünde. Şimşekler o kadar yakın çakıyorki.. Bir ara yolun karşısındaki trafo gibi bir yerden kıvılcımlar çıkıyor....

Saat 05:30 Alanyadayım nihayet... Bu saatte otel işi zor görünüyor... 24 saat açık bir bir lokanta bulup yemek yiyorum. Gazete okuyup, çay içiyorum.

Güneşin doğuşunu görmeyeli ne kadar olmuştu.... Saat 07 gibi hava aydınlanmya başlıyor. Tekrar yola çıkıyorum. Rezervasyon yaptırdığım otele doğru...Erken merken ne yapayım...
saat 08:00 oteldeyim, Km sayacına bakıyorum 953 KM... sizi biraz sonra odanıza alabiliriz diyorlar.

Saat 09:00 önce bir duş alıp kendimi yatağa atıyorum. 47 saat sonra.... ))

Öncelikle biraz çalakalem bir anlatım ve resimsiz olması nedeniyle özür. Hikayemize kaldığımız yerden devam edelim.

Akşama kadar uyurum sanıyordum o kadar yorgunluğun üzerine. Uyuyamadım. Saat 13 gibi kalktım.

Hava bulutlu bu gün... Yemek için yeşillik ağırlıklı şeyler seçiyorum... Yemek sonrası kısa bir keşif gezisine çıkıyorum. Konuşmalardan anladığım çoğunluk rus turist. Sonrasında en fazla Almanca çalınıyor kulağıma.

Plana göre 1 hafta buradayım...

Alanya’ya bu ikinci gelişim. Daha önce de bir bayramda Denizli’den araba ile Fethiye’ye diye yola çıkıp gecenin üçünde kendimi Alanya’da bulmuştum. Mevsim sonbahardı. O zaman arabayla baya turladığım için şehri az çok biliyorum.

Motorla turlamak daha güzel... İlk defa hız yapıyorum... Motorun rodajı yola çıkmadan bir kaç hafta önce bitmişti zaten. Bir önceki motorumu ise rodaj bitiminde sattığım için 120 üzerine çıkmamıştım hiç.

Alanya’da motor kullanımı yaygın. Ama kask ve koruma kullanımı için aynı şeyi söyleyemiyeceğim.

Aklıma tekrar Uşak çıkışında kaskın çene bölümüne çarpan taş geliyor. Gecenin karanlığında sanki bir yavaş çekimden fırlamışcasına döne döne gelip çat diye çarpan o taş... Kasksız kullananları anlayamıyorum.

Günler birbirini kovalıyor... Yalnızlık... Gün boyu ara sıra garsonlara söylenen “teşekkür ederim”’den başka bir laf çıkmıyor ağzımdan. Kitap getirmemiştim... Alanya’dan alırım diye. Ne büyük gaflet... Motorla fellik fellik kitapçı arıyorum... Genelde kırtasiyecileri söylüyorlar. İstediğim gibi bir kitap bulamıyorum.



Otelin marketinde de varmış kitap satışı. Jack Higgens’ın “Hitlerin Günlüğü” ve G.G: Marquez’in “Benim Hüzünlü Orospularım” kitaplarını buluyorum Türkçe.



Jack Higgens’ın romanını okurken anımsıyorum. Bu serinin bir kitabını daha okuduğumu. Berbat ötesi kurgusu olan bir kitap. Gene de o gün bitiriyorum.



Akşam otel dükkanlarına bakıyorum. Kuyumcu genç biri. Gözleri parlıyor.

-Motor sizin galiba diyor

-Evet diyorum

-Bende de SS vardı...

Sohbet ediyoruz ayaküstü. Bir gece kaza yapmış...Ondan beri motorsuzmuş.



Otele Pazar giriş yapmışım ve Cumartesiye kadar rezarvasyonum var. Perşembe günü yerimde duramaz oluyorum artık. Saat 14 gibi karar verip çıkışımı yapıyorum. Saat 15’de yoldayım. Hedef İzmirJ O gelişte 4-5 saat süren yolu 1.5 saatte alıyorum şiddetli rüzgar altında.



Antalya’da ışıklarda beklerken motorlu bir polis gelip duruyor yanımda. Sohbet olsun diye

-Denizli yol ayrımı nerede? Gibi abuk bir soru soruyorum. Eski eşim Antalyalı idi. Antalya-Denizli arasını kaç defa gittiğimi ben unuttum.

-beni takip edin diyor

-Yeşille birlikte fırlıyor. İlk başta yeterli bir mesafe ile takip ediyorum. Ama virajlara gelince sadece imrenerek bakıyorum ardından. Öyle güzel yatıyor ki... Bir gün bende yatabilecekmiyim acaba böyle diye düşünmeden edemiyorum.

Alanya’ya giderken kar dışında her türlü olumsuzluğu yaşadığımı düşünmüştüm. Yağmur, Rüzgar, Yıldırım, Gökgürültüsü, Karanlık. yanılmışım. Güneş batarken batıya gitmek gibi bir olumsuzluğu düşünememişim. Vizöre direk karşıdan vuran güneş yüzünden hızımı zaman zaman durma noktasına kadar düşürüyorum. Bir ara o kadar rahatsız edici hale geliyor ki bir benzinci de durup Güneşin batmasını mı beklesem acaba diye düşünüyorum. Ama takıntılı yanım ağır basıyor. Bir hedef var önümde ve ben biliyorumki varmadan içim rahat etmeyecek.



Yol çok güzel aslında. Döne kıvrıla uzayan bir yol.. Ahhh birde yatabilsem... Ne kadar zevki olurdu... Yükseklik arttıkça hava soğumaya başlıyor. Yazlık file korumalı montum yetersiz kalıyor. Bir benzincide harika bir dağ manzarasını seyrederken kalın yağmurluk tulumu giyiyorum.



Güneş battı nihayet. Yol çok rahat. Berrak açık bir gece. Rüzgar da yok artık. Denizli’ye yaklaşıyorum. Bir benzinci de verilen mola... Gene aynı sorularJ)) Benzinci çıkışı çene bölümü açık kaskın. Dudağımda bir sigara. Üşüyorum. Elim kendiliğinden gidiyor kaskın çene bölümüne, kapatıyorum. Kapatmamla birlikte Ağzımdaki sigaranın közü kaskın içinde patlıyor. Neyseki bir şey yok. Durup köz, kül ne varsa silkeliyorum. Sanra kendi kendime gülüp eski bir dostumun kızının “Salak salak” diye nağmeli tekerlemesini söylüyorum kendi kendimeJ))



Yatağan’da leblebiciler var yol kenarında. Sarı leblebi alayım diyorum. Total’den tecrübeliyim ya önce yol ayrımına bakıyorum ince mıcır. Gaz kesip iyice yavaşlıyorum. İnce mıcır üzerinde yavaş yavaş dükkanın önüne kadar gidiyorum.



Denizli şivesi. Genç bir cocuk. Eşi ve 1-2 yaşlarındaki kızı ile dükkan içinde güleryüzle karşılıyorlar. Sarı leblebi istiyorum. Duvarda İbrahim Tatlıses ile çekilmiş bir resmi var gencin. Anlaşılan bu dükkan uğramış imparator... Hala duruyor mu bilmiyorum Nişantaşında Yazarlarevi diye bir lokanta vardı. Duvarlarında bir çok ünlü yazarın kendi kaleminden bir şeyler, yada imzalı fotoğrafları asılı dururdu. Ne farkı var ki? Onlar leblebileri tartarken bende yatağan çakılarına bakıyorum.



Mıcır üzerinden yavaşça anayola çıkıyorum tekrar. Denizlinin ışıkları görünüyor nihayet. Memleketim. Yol döne döne Denizliye doğru uzuyor. Seyirlik tepesinden çok güzel görünüyor ışıklar. Bir an kardeşimi arasam mı acab diye düşünüyorum. Ama vazgeciyorum hemen. Motor kullandığımı daha kimse bilmiyor. Zaten evhamlı biri şimdi birde böyle görürse iyice dert edinir kendine. Birde kalmadığım için kızması da çabası. Ne garip değil mi? Bazen sevdiklerimizi sevgimizle uzaklaştırırız kendimizden. Bir cümle geliyor aklıma duyduktan, okuduktan yıllar sonra anlamını anladığım sözler defterimden “İnsan sevdiğini bir kuş gibi tutmalı elinde, ne çok fazla sıkmalı ne de çok gevşek bırakmalı”



Mantar Lokantasının önünden geçiyorum. Denizliye gidenlere tavsiye ederim. Sadece mantar yemekleri var bu lokantada.



Denizli değişmiş. İzmir yolu tam bir şantiyeye dönmüş. Motorlular takılıyor gözüme. Susir geliyor aklıma. Denizlinin çıkışında Total’den benzin alıyorum. Çay ısmarlıyorlar. Saat 21... Çayımı yudumlarken mavi bir scooter giriyor benzinliğe. Extreme’in müzik tesisatı bu scooterdakinin yanında halt etmiş. Gecenin sessizliğinde bangır bangır bağırıyorJ Benzin alıp çıkıyor yola tekrar. Bu soğukta kumaş bir pantolanla dizleri üşümüyor mu?



Sarayköye yaklaşırken yetişip geçiyorum... Müzik o egsozt gürültülerine rağmen çok rahat duyuluyor.



Denizli-Aydın arası çift yol olmuş. Yol çok rahat. Motora iyice alıştığım için sanırım artık ellerim uyuşmuyor o kadar. Bu motoru alırken özellikler arasında sayılan elcik ısıtma ne işime yarayacak demiştim. Bu yolculuk bana en azından şunu öğrettiki bir daha elcik ısıtması olmayan bir motor mu asla! O soğukta, yağmurda avuçlarının içinin ateş gibi olması inanın çok güzel bir duygu....



Nazilli...Gençliğe adım attığım yer... Buraya kadar gelip de içinde bir tur atmamak olmaz diyorum. Yeni Melek sineması duruyormu hala farkedemiyorum. Ama saray sineması tam yol üstü. 3 günde bir film değişirdi. İki film birden oynardı ve bilet aldığın zaman çık demezlerdi. Seyret seyredebildiğin kadar. Grease filmine sınıfça gelmiştik... Süpreman filmini 9 kez seyretmiştim bu sinemada.



Sağlık caddesinden bir zamanlar oturduğumuz apartmana yöneliyorum. Her taraf bina olmuş. Boş arsa kalmamış nerdeyse. İşte! Bu evin balkonunda uyurdum yazları. Anılar resmi geçitte....Yol uzayıp gidiyor... İlk aşkımın –ki bundan hiç haberi olmadı- oturduğu bloklar nerde? Yıllar bütün nirengi noktalarını silip süpürmüş.



Nazilli de motor kullanımı baya bir fazla. Uğur’un burada üretim yapıyor olması etkili sanırım bunda. Çocukluğumun motor cenneti Kırıkhanı bile sollamış görünüyor.



Yollar.. Bir çok noktasında anıların olduğu... Zaman geçip gidiyor ve elimizde anılardan başka bir şey kalmıyor.... Sultanhisar.... Kars kafkas ekibindeydim lisede-gerci ben seyirciydim-... Buraya festivale gelmiştik. Barış Manço da gelmişti. İlk burada dinlemiştim rahmetliyi canlı olarak. Arkadaşım eşşek diye tempo tutmuştuk onunla birlikte...



Aydın’dan otobana çıkıyorum ve köklüyorum gazı arabadan gelen alışkanlıkla. 100 metre kadar ötemde bir otobüs görünceye kadar böyle gidiyorum. Motor alma düşüncesindeyken forumlara bakıyordum çok sık. Motorla düşmenin 64 nedeni diye bir başlık vardı birinde. Maddelerden biri : “Eğer bir yolcu otobüsüne çok yaklaşıp turbulansa girerseniz, akşam haberlerine konu olursunuz” diyordu. Bu maddeyi anımsayıp gaz kesiyorum. Bir süre otobüsle aramdaki mesafeyi koruyarak yol alıyorum. Sonra bilinmeyenin o karşı konulmaz dürtüsü haliyle dürtüklüyor... Yavaş yavaş gaz açıp solluyorum. Hafif bir sarsılma dışında bir şey yok. O otobanda bir şey daha dikkatimi çekiyor. 3-4 yıl öncesine kadar kullandığım Tigra’nın teknik verilerinde Rüzgar katsayısı diye bir dğer vardı. Kendi sınıfındaki araçlar içinde en iyisi diyordu. O gece bunun etkisini canlı olarak yaşıyorum. Özellikle tır kamyon geçişlerinde. Bazı modeller daha yavaş bile geçse daha fazla savuruyor insanı. Demek bu araçların rüzgar sürtünme katsayıları bir hayli büyük diye düşünüyorum...



Alışkanlıklar.... Kamyoncular için yapılan dinlenme ceplerinden birinde duruyorum hemen. Benzin aldıktan sonra benzin kapağının tam kapanıp kapanmadığını kontrol etmemiştim. Evet gerçekten kapanmamış. Bastırıp kapatıyorum. Forumların yararı bir kez daha çıkıyor ortaya. Bu tecrübeden sonra iyice yer ediyor aklımda... Bir alışkanlık haline getirmem gerekir bu kontrolu diyorum.



İzmir.... Konak çıkışından çıkıyorum otobandan. Saat gece 01:00 iyi geldim diye düşünüyorum... Yeni bir motorcu ve enduro bir motora göre tabi...



İzmirin içinde dolaşırken Millet sokağa dökülüyor... Geçen hafta içinde olan depremler geliyor aklıma. Durup birine soruyorum...



-Hissetmedin mi deprem oldu. Hemde şimdiye kadar olanların en şiddetlisiydi. 30-40 saniye sürdü diyor

Motor üzerinde hisetmedim hiç bir şey... Gülsem mi ağlasam mı bilmiyorum. Gecenin bir vakti bütün İzmir sokakta...



Yoruldum yazmaktan. İzmir-İstanbul yolculuğu o kadar rahat o kadar sorunsuz geçiyorki...O konuda yazacak pek bir şey yok. Bu kadar yazıyı okuyan var mıdır bilmemJ)



Sonuçta 2050 KM çıvarında yol yapmış olarak kontak kapatıyorum bir kaç gün sonra İstanbulda. Bazı insanlar vardır böyle gezileri çok güzel fotoğraflarla süsler. Yapamıyorum nedense. Oysa yanımda Fotoğraf makinası da var ve hemen elimin altında. Ama daha çok menzil sürücüsüyüm sanırım ben. Ulaşılmak istenen bir hedef ve durmadan gitmek. Ta ki varana kadar. Bir yandan iyi bir yandan kötü. İyi tarafında kararlılık, bitmek bilmeyen bir enerji, sabır gibi kavramlar var. Kötü tarafında ise içinde olduğun ortamın güzelliklerini ıskalamak gibi oldukça önemli bir şık.



Neyse yıllar varki bu kadar uzun yazmıyorum. Yol günlüğüne düşülen bir not olsun bu da...



Kalın sağlıcakla.

2 yorum:

Kara Tatar dedi ki...

Sabahın kör vaktinde, yeni motosikletimi bulma adına nette gezerken, motosikletimi değil ama , yazınızı buldum. Açıkçası okudukça geziyi ben yapmışım gibi hissettim. Klavyenize sağlık.. izmir - istanbul arasını aradım gerçekten..

Antecurs dedi ki...

Teşekkür ederim.
İzmir-istanbul arasını pek mola vermeden hızla aldım. O yüzden pek yazacak bir şey olmadı.