Aslında bir şeyler yazıyordum ama vazgeçtim sonra... Sanırım sadece fotoğraflar yeter... Açıklamaya değer bir kaç tanesinin altına ise not yazacağım...
[b]1. Gün (istanbul-Akçakoca-Ereğli-Zonguldak-Bartın-Amasra)[/b]
Amasra'nın bakacak tepesinden görünüşü...
[b]2. Gün (Amasra-Bartın-İnkumu-Amasra)[/b]
Tamamen el yapımı!!!
Kuş kayası
Akşama mangal yapacağız:)
Tavşan adası
MrEnduro'nun evinden Amasra manzarası...
[b]3. Gün (Amasra-Safranbolu-Pınarbaşı-İnebolu)[/b]
Görmek için yaklaşık 2-3 saatimizi harcadığımız Dünyanın 2. Büyük Kanyonu "Valla"... Dünyanın 2. büyük kanyonu olabilir ama gerek ulaşım, gerek yerleşim olarak kesinlikle 1. Bu kadar berbat bi,r yol olamaz. Ve ulaştığınızda ne bir içecek ne bir yiyecek bulabiliyorsunuz... Her yerde Kılavuz almadan gitmeyin, tehlike, yaklaşmayın yazıları ama kılavuz da yoktu o gün...
Motorumun ikinci düşüşü sağ arka sinyali de kırıldı ve yine bantladık...
kanyona gelene kadar her yerde tabelası olan Kanyon Büfe:))))))) Ne hayallerim vardı oysa yol boyunca....
[b]4. Gün (İnebolu-Sinop-Samsun)[/b]
Sinop Cezaevinden görüntüler....
Yolun kenarındaydı... Denize bakıyordu... Keyfine düşkün bir karadenizlinin işi sanırım:)))
[b]5. Gün (Samsun-Ordu-Giresun-Trabzon-Rize)[/b]
Çivisiz Camii... Yapımında tek bir çivi kullanılmamış... Birbirine geçme tahtalarla inşaa edilmiş...
Taşbaşı Kilisesi (ordu)
Ordudan bir görünüm
Bulancak... Bu noktadan sonra MrEnduro ile bir anlaşmazlığımız oluyor "bilinen veya bilinmeyen nedenlerden" dolayı... Planımız Trabzonda konaklamak. Akçaabat'ta yaklaşık 1 saat kadar mola verip düşünüyorum ve Rizeye devam etme kararı alıyorum... Bu noktadan sonra yalnız olarak devam edeceğim... MrEnduro'ya 5 günlük yol arkadaşlığı, bu yolculuktaki tetikleyici olduğu, Amasara'da evini açtığı ve her türlü yardımlarından dolayı teşekkür ederim....
Rizeye girmeye yakın günbatımı....
[b]6. Gün (Rize-Hopa-Sarp-Artvin-Şavşat)[/b]
Rize... Çocukluğumun en güzel yılları geçti bu ilde... Akşam karanlığında ulaştığım bu ili tanıyamadım, yadırgadım başta... Buna rağmen oturduğumuz ikinci evi rahatlıkla buldum... Bir otele yerleşip gezdim şehri... O kadar değişmişti ki...
[b]7. Gün (Şavşat-Ardahan-Kars-Erzurum)[/b]
Hava kararmak üzere. Öğlen 12 gibi Rizeden çıkıp önce Sarp sınır kapısına gittim şimdi ise Artvine doğru yol
alıyorum. Borçka barajının yapımından dolayı yollar yer yer mıcır yine. Kocaman bir de levha yapmış DSİ
"verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz" diye. Karadeniz tam bir tüneller diyarı olmuş. Artvin yolu
üzerinde de böyle bir dolu tünel var, ışıklandırmasız, işaretsiz çoğu. Tüneller korkutuyor beni böyle olunca.
Far ışığım yetersiz kalıyor aydınlatma için ve nasıl bir yoldan gittiğimi göremeden sürüyorum çünkü. Böyle bir
tünelde önümdeki arabanın arkasına takılmış giderken arkamda iki güçlü far beliriyor. Selektör yapmaya
başlıyor. Bir iki derken kızıp sol kolumla "Ne var" dercesine bir işaret yapıyorum. Kesiyor selektör yapmayı.
hani derler ya bazen kulun istediği bir göz diye çıkışta trafik çevirmesi var. Duruyorum. Arkama bakıyorum
beyaz bir minübüs. yaşlı bir adam şöför koltuğunda ve yaşlısıyla genciyle kadınlı erkekli 6-7 kişi.
- Motor sen geç diyor trafik polisi.
Duraklıyorum. Yanıma kadar geliyor polis.
- Ne oldu bir şey mi var diyor?
- Arkamdaki minübüs diyorum. Tünelin içinde devamlı selektör yaptı. Bu kadarda olmazki diyorum.
- Tamam bakarız biz sen devam et diyor... Beyamca ehliyet ruhsat diyor sonra şöföre... Sağa bakınca görüyorum ki Artvindeyim...
Bazen derler ya insanın basireti bağlanır diye. İşte Artvinde öyle oldu oldu sanırım. İnsan anlatmaya
çalışmaktansa bir fotoğrafını çeker değil mi? Artvin'i ilk gördüğümde kendime "insan burada nasıl motor
kullanmaktan zevk alabilir ki?" diye sormadan edemedim. Hayli yüksek ve dik eğimli bir dağın bir yüzüne
kurulmuştu şehir. En büyük düzlüğü herhalde 50 metreyi geçiyor olamazdı. Çoruh nehrinin üzerine kurulu bir
köprüdün geçince sağda parkedilmiş bir kaç motosiklet gördüm. Daha ilk yokuşta da pes dedim... En iyisi
Ardahan'da konaklamaktı. Geriye dönüp bir bakkalın önünde durdum. Bir kola aldım. Sigaramı yakarken, bakkala
sohbete de başlamıştık. "Yollar fena değildir gidersiniz" diyordu. Ayrılmaya yakın Borçka barajının
büyüklüğünden bahsedince alınmış gibi "ohooo sen birde bizim barajı gör. Gerçi hala yapım aşamasında ama. Bak
şu tepeyi görüyor musun. İşte oraya çıkınca bak. Türkiyenin en büyük ikinci barajı olacak" diyor.
İyi yolculuklar diliyor ayrılırken...
Dediği tepeye varmadan görüyorum barajı. Kocaman bir şantiye her taraf. Tepeye çıkana kadar ise hava iyice
kararıyor. Gün yitince gecenin içinde pişmanlılarda çıkıyor ortaya. Önce düşünmemeye, sadece sürmeye
çalışıyorum. Ama tepeye doğru tırmanmaya başladıkça, virajlar biraz daha keskinleşmeye yol işaretleri biraz
daha silikleşmeye başlıyor. Gelip giden araçlar azalmaya başladıkça "neden sanki Artvin'de konaklamadım?" sorusu dönüp
durmaya başlıyor beynimde. Hep böyle oluyor. İki yıl öncede gecenin bir yarısı Antalya'ya giderken "Neden
Afyonda konaklamdım ki?" idi soru ve Antalyaya vardıktan sonra ise şiddetli sağanak ve gökgürültüsü altında
Antalyadan Alanyaya devam etmiş ve bu sefer de "neden Antalya'da konaklamadın ki?" olmuştu soru. Yer isimleri
değişiyor sadece ama benim inadım mı diyeyim, aptallığım mı hiç değişmiyor işte. Nerden bilecektim ki buralar
daha yolun iyi kısımlarıymış. Ardahan yoluna sapınca film iyice koptu. Incecik bir yol, sönük ve ara sıra bir
temassızlıktan dolayı yanmayan kısa farlar, zifiri bir karanlık. Nerdeyse körlemesine yol almaya başladım. Tabi
haliyle süratimde 30km cıvarlarında. İşin garibi benimle aynı yönde giden bir tek araç yok. Bir otomobil geçse
takılacağım peşine ama yok. Anladığım sağ yanımda bir dere var. Zaman zaman derenin öbür yakasındaki tek tük evlerin
ışığı çarpıyor gözüme. "Bir pencere, sarı sıcak". Şarkı söylemek bile gelmiyor içimden. Bir an önce bitsin diye
bakıyorum yola. Hiç bir şey düşünmeden... Birden cılız far ışığımın aydınlığında bir adam görüyorum, siyah bir
cruiser'ın yanında ayakta duruyor. Yolda değil ama. Şaşkınlık. O an duyduğum tek şey bu. Dursa mıydım diyorum.
ne için diyorum sonra. Besbelli bu civardan biri ya gezmeye çıkmış ya da evi derenin öbür tarafında.
Uzunca bir süre, belki de kısacık bir yolu böyle alıyorum. Bir virajı dönüp ışıkları görünce vaha bulmuş gibi
sevinip duruyorum...
- Buyur abi...
Diyor genç bir çocuk...
- Yolculuk nereye diyor? Daha sonra abisi olduğunu öğrendiğim diğeri.
Kardeş olan bir çay uzatıyor.
- Buyur otur abi.. diyor.
Oturup o harika çayı yudumlamaya başlıyorum. Şavşatmış en yakın yer. 20 KM falan diyorlar. Çabuk gidersin.
Altında motor olunca diyorlar. Yorgunum motorla en azından benim için daha uzun sürebileceğini anlatamayacak
kadar.
- Ah be abim sen asıl iki gün önce gelecektin madem geziyormuşsun diyor abi
- Neden ki diyorum
- Pancar festivalimiz vardı. 19.cusu yapıldı bu yıl. Bir sürü konuklar, ekipler vardı diyor. Bu gün bitti daha.
- Sağlık olsun belki gelecek sefere diyorum. Pancar dediğin herhalde bildiğimiz şeker pancarı değil, Kara
Lahana mı? (karadenizin bir çok yöresinde Karalahanaya pancar diyorlar çünkü)
- Yok değil diyor önce. Ama şeker pancarı da değil. Anlatmakta biraz zorlanıyor bende üstelemiyorum.
- Şavşat'ın nüfusu kaç?
- 4000 falan
- Otel bulunur mu peki?
Otel lafıyla birlikte her iki kardeşin yüzünde de önce hınzır bir gülümseme beliriyor...
- Var var tabi de...
-??
- Yani temiz otel bulmak zor abi. Diyor kardeş. Kirli çoğunluğu
- Şu an temizliği düşünecek hiç halim yok diyorum. Bir yatak olsun yeter.
- Yok yani öyle temizlik değil abi diyorlar...
- Nasıl yani hırsızlık falan mı oluyor diyorum.
- Yok abi öyle de değilde...
Küçük kardeş biraz kıvranıyor nasıl söyleyeceğini bilemiyor..
- Yani abi nasıl desem otellerde hep ruslar var... Sabaha kadar uyutmuzlar... Devamlı kapını çalarlar...
- Nufusu 4000 demiştiniz burada ne arıyor ruslar dememle. Kahkahayı basıyorlar ikisi de...
- Ooooo abi senin dünyadan haberin yok Bir Hopa İki Şavşat diyorlar...
- Peki "temiz" bir otel biliyor musunuz diyorum
- Abi direk "Pansiyon Otele" git sen. Orası temizdir diyorlar.
Bir çay daha içiyorum..
- Bizden olsun abi diyorlar...
Yine düşüyorum yollara. Ama bu sefer biraz daha iyi Aydede gösteriyor yüzünü. Yollar biraz da görülesi artık.
Anadolu'da genellikle şahit olduğum şey. Yakın, 10 dk. lık yol dedikleri mesafeleri daima 2 ve üzeri katlarla
çarpmanız gerektiği. Neden bilmem böyle bir alışkanlıkları var. O insanların bildikleri mesafeler olduğu için
mi? neden çözemedim ama böyle.. 40km lik bir yol için 20 değilde 40 dese vazgececeğiz sanki... Ama kardeşlerin
dediği tamı tamına doğru çıkıyor. 20km sonra kendimi Şavşat'ta buluyorum...
Ve haliyle şeytan dürtüyor tabi... "Acaba Ardahan'a da gidebilir miyim?" Ana caddesinin bittiği yerde durup
bunu düşünüyorum. Ay iyice tepede artık. Sağda, kaldırımda biri genç diğeri ortayaşlı iki adam oturmuş sohbet
ediyor.
- Selamun aleykum diyorum
klasik bir kaç soryla devam ediyor sohbet. Nerden geliyorum, nereye gidiyorum, ne iş yapıyorum...
- Açmısın yemek ısmarlayayım diyor genç olan. Teşekkür ederim diyorum. Açım aslında. Çay teklifini de nazikçe
geri çeviriyorum.
- Ardahan yolu nasıldır diyorum...
- Motorla mı gideceksin?
- Evet diyorum gülerek.
- Şavşat çıkışında bir tepe var... Bir tek orası zorlar seni diyor ortayaşlı amca. Yol çalışması var çünkü hep
mıcır diyor.
Bunu duyunca Ardahan'a gidiş planımı ertelemem gerektiğini anlıyorum.
- Benzin alacaksan şu yukarda benzinlik var diyor genç olan. Sabaha kadar açıktır.
- Peki otel olarak nerede kalabilirim burada kalırsam diyorum...
Yine o hınzır gülümseme.
- Otel çok.. ama temiz otel istersen Gökçe pansiyon var diyorlar. Yaşlı adam tarif ediyor yerini. Teşekkür
ediyorum...
Bu arada otel tabelalarından kirli otellerin hangisi olduklarının da ayırdına varıyorum:))
Benzin almak için yukarı doğru gidiyorum. Gencin tarifine göre gelmiş olmam lazımdı. Durup soruyorum. Geçmişim.
Ve haklıyım geçmekte:)) Benzinlik dedikleri sadece 2 pompa. İki genç koltukları atmış ufak bir yazıhanenin
önüne sohbet ediyorlar.
- ne kadarlık?
- Fulle diyorum... Tuvalet var mı burada?
- hemen şu arkada abi... Yalnız yolu çok karanlıktır. Dikkat et.
Tuvalete giderken benzinliğin arka tarafının otel olduğunu farkediyorum. İçerden müzik sesi geliyor.
- 17 lira abi
- Peki teşekkür ederim. Arka taraf Otel galiba diyorum
- Evet abi ama sana yaramaz. Kirli diyor sarışın olan... Otelleri böyle kirli ve temiz diye ayırmalarına,
yaşadıkları yere gelen bir yabancının namusunu bu derece korumaya yönelik tutumlarına artık gülmemek için
kendimi zor tutuyorum... Bir sigara yakıyorum. Uzaklardan bir karadeniz havası geliyor.
- Baya hareketli bir yer galiba burası diyorum.
- Müzik ordan geliyor diyor benzin veren çocuk eliyle yolun kenarına öylece parkedilmiş üstü kapalı traktörü
göstererek...
- Acelesi vardı galiba diye ekliyor, gözucuyla kirli oteli süzerken. Gülüyor.
Temiz ve kirlinin ayırdına varmış biri olarak bende gülüyorum onlarla...
Biraz arama ile Gökçe Pansiyonu buluyorum. Yani belkide ilçedeki temiz bir kaç otelden birini. İşletmecisi
1960'ların siyah beyaz filmlerinden fırlamış gibi. İri siyah kemik çerceveli bir gözlük kullanıyor üstelik.
Binanın ön yüzündeki yazılardan Elektirik Mühendisi olduğunu anlıyorum. Bu yerde herhalde bir oteli "temiz" tutabilmeyi de ancak böyle bir tip başarabilirdi diye düşünmeden edemiyorum. Söylediğinde farkediyorum pansiyonun koridorlarındaki kameraları:))) Ve psycho filmindeki Anthony Perkins geliyor aklıma nedense:))))
- 00:30'da kapıyı kilitliyorum diyor.
Saatime bakıyorum 23:45
- Dışarı çıkmam lazım yalnız diyorum.
Şaşırıyor. Yüzünden nasıl yani bu saatte ne yapılabilirki dışarda bu saatte dercesine bir düşünce dolaşıyor sanki...
- Yiyecek için diyorum...
- Bu saatte pek bulamazsınız. Ama sizin için biraz dah geç kilitleyebilirim diyor. Olmadı zile basarsınız.
Neyseki açık bir bakkal bulup kola ve cips alıp dönüyorum hemen. Kapımı kilitleyip TV'yi aciyorum. Kısa bir süre sonra da derin bir uykuya dalıyorum....
Kars'ta bir motordelisi Başkomiser Tarık.. Sağolsun çok yardımları dokundu. O olmasa motoru trene yükleyip dönmeyi düşünüyordum...
Yollar uzar gider... Ve sen ne getireceğini bilmeden takip edersin. Zaman olur kaybolursun yolların ince kıvrımlarında, zaman olur sadece bir yere ulaşmak olur hedefin ve sadece görüp geçmekle yetinirsin bir çok güzelliği...
Benzincilerin ayrı bir yeri vardır yollarda. Kimi zaman benzin, kimi zaman kısa bir mola, kimi zaman içecek bir şey almak için duraklarsın. Saatlerdir süren suskunluğunu bozarsın oralarda. Meraklı bakış ve sorulara bazen bezgin bazen çoşkun yanıtlar verirsin.
Sarıkamış levhasını görünce kırıyorum gidonu sağa. Herhalde bu ince ara yolda radar olmaz deyip biraz da gaz veriyorum. Yolculuğun bu noktasına kadar hiç radar veya trafik kontrolü ile karşılaşmadığım için kendimi şanslı sayıyorum. Her ne kadar ortalama 80-90 ile seyahat etsem de bu bile limitlerin üzerinde bir değer motosiklet için. Rüşvet vermeyi de beceremediğim için radara yakalanmam durumunda yüklü bir ceza yiyeceğim açık. Dakikalar geçiyor sarıkamış görünmüyor hala. Oysa haritada hemen yol kenarında gibi. Dakikalar geçtikce acaba geri mi dönsem diye düşünüyorum. Buraya kadar geldikten sonra olmaz diyorum. 90 bine yakın askerimizin Rus'larla savaşmak için, üstlerinde yazlık donanımlarla gelip, tek bir kurşun atamadan, soğuktan donarak öldükleri bu yeri hayalimde hep dağlık bir yer olarak canlandırıyorum nedense. Amacım şehitliğe gitmek. Öte yandan yollar sıkmış artık beni.. Karanlığa kalmadan Erzurum'a ulaşmak hedefim. Bir dere karşılıyor beni. Ufak bir köprüden geçiyorum. Sarıkamışın içinde yol yapım çalışmaları var. Yukarıda tepede büyük bir bayrak dalgalanıyor. Şehitlik orası olmalı diye düşünüyorum. Birilerine soruyorum. "Bilmiyorum" diyor. Garipsiyorum. Yol yapımından dolayı gidiş kapanınca durup birine daha soruyorum. "Çıkışta diyor. Şuradan git sen hiç sapma" tarife göre gidiyorum ve "Erzurum" tabelası ile karşılaşıyorum. Şehitlik Kars tarafındaymış.. Canım sıkılıyor. Buraya kadar gelmişken, bu kadar yakınken... Devam ediyorum...
Horasan girişinde yavaşlıyorum biraz. Evler hep camur ve taş karışımı buralarda. Yolun kenarından ince bir su akıyor. Telefon sesi duyuyorum. Hızla kenara çekiyorum, mıcır ve eğimli yolun kenarı. sol ayağımı yere koyuyoruma ama motor hafifçe yatmaya başlıyor sola doğru. Bacağımla bir süre destek oluyorum sonra dayanamıyorum ve bırakıyorum. Dün Ayder'de üzerindeki yüklerle bir hamlede kaldırdığım motor değil sanki bu sefer. Bir iki deneme yapıyorum olmuyor. Dinlenmem lazım. Telefon sigortadan. "Kusura bakmayın şu an ilgenemeyeceğim mesaj atın istiyorsanız" deyip kapatıyorum. O sırada yolda yürümekte olan üç kişi geliyor ve yardımcı oluyorlar motoru kaldırmama. Teşekkür ediyorum. Üç tane ufaklık peydah oluyor motoru görüp koşup gelmişler. Sigaramı yakarken meraklı gözlerle bakıyorlar.
"Okula gidiyor musunuz?"
"Onlar gidiyor... Onlar büyük" diyor içlerindeki en ufak ama görünüşe göre en girişken olanı. Kısacık dimdik saçları var sarıya çalan. İri kahverengi gözleri korkusuzca bakıyor. Eli yüzü kum, gözyaşı ve sümük karşımından dolayı kirlenmiş iyice. elinde yarım kuru bir ekmek var. Bir yandan içinden parçalar kopartıp ağzına atarken konuşuyor.
"Sen küçük müsün?"
"küçüğüm ben... 5 yaşındayım. onlar büyük" diyor.
Büyük dedikleri sadece izliyor. O sırada uzaktan biri bağırarak çağırıyor çocukları sanırım ablaları. Bir anda koşmaya başlıyorlar. Fotoğraflarını çekemediğime hayıflanıp
"durun" diyorum ama nafile...
Çıkışa kadar kask takmadan gidiyorum bir yandan sigaramı içerek. Bittiğinde Kask'ı takmak için duruyorum. Ters yönden 3 çocuk geliyor bisikletlerle..
"What is your name?" diyor biri uzaktan
yaklaşınca tekrarlıyor.
"What is your name?"
diğeri "Hello" diyor..
"Ya ingiliz değilsem ne olacak?" diyorum... şaşırıyorlar.. Sonuncusu da "Hello" diyerek katılıyor kervana ama ilk çocuk uyarıyor "türkmüş" diye.
"Niye geldin? diyor ikinci.
"Yasak mı?" diyorum gülerek.
bir an duralayıp
"yok yani ne yapıyorsun" diyor
"Geziyorum diyorum"
Biraz sohbet ediyoruz. "Yağmur yağacak" diyorlar. Sanki yağmur yağsa ne yapacağımı merak edercesine yağmaz inşallah diyorum.
Horasan'dan çıktıktan bir kaç dakika sonra ilk gökgürültüsünü duyuyorum. Ardından hani derler ya bulut geçiyor. Öyle bir yağmur başlıyor. Yağmur mu dolu mu anlam veremiyorum. Canım acıyor damlalar çarptıkça. Kısa sürede geçiyor. İlginç bir bulut yapısı görüp fotoğrafını çekiyorum. Sonra Çobandede köprüsünde duruyorum yine fotoğraf çekmek için...
Yol yapım çalışması var. İnce mıcırların üzerinden yavaş yavaş gidiyorum. Mıcırda gitmeye iyice alıştım artık. Gerçi durunca düşmek gibi bir alışkanlık da kazandım ya neyse.
Erzurum'a 25km kala bir benzinci'de duruyorum vizörü temizlemek için. Akşam vakti özellikle ortaya çıkan ufak böceklerden dolayı sadece vizör değil montum, dizliklerim böcek ölüsü dolu. Çeşmeye yanaşıyorum. Bir bidon var dolmuş ama su hala akıyor. Ne de olsa para ödenmiyor...
Akçaabat Köfte diye büyükce bir levhası olan lokantanın camından iki baş uzanmış bana bakıyor.
"dolmuş bu" diyorum
"tamam abi çek kenara" diyor.
"yolculuk nerden diye atılıyor" öbürü.
"Gel bir çaıyımızı iç" diyorlar ben kaskı yıkarken.
Çay ve kıtlama şeker:) Lokantada kamyon sürücüleri var. Şakalarla süslü bir dialog başlıyor...
Çay için borcum nedir dediğimde bizden olsun diyorlar. Her benzinci de sorduğum gibi "Radar var mıdır" diyorum "Bu sıcakta çıkmazlar" diyor bir sürücü. "Sıcak mı?" diyorum..."Bu hava sıcak mı?" sahil yolundaki sıcak geliyor aklıma. Burada ise motosiklet montu ile bile terletmeyen bir hava var. "Eee tüm sene kar ve soğukla yaşayınca bu hava sıcak geliyor insanlara, o yüzden çıkmıyorlar kontrole" diyor... Hak veriyorum... "Bu suyu ankaraya götürecem" diyor, bidonu boşlatıp tekrar doldurmaya başlıyor. "Buranın suları iyi"
Hava hafiften alacakaranlığa çalarken giriyorum Erzuruma. Doğunun Parisi denilen şehire... Hafiften bir yağmur ciseliyor ama geçip gidiyor bir iki dakika içerisinde... Bu akşam burada konaklayacağım....
[b]8. Gün (Erzurum-Erzincan-Amasya-İstanbul) (1205km)[/b]
Bu yolculuk esnasında yardımlarını esirgemeyen, evini açan herkese ayrı ayrı teşekkür ederim... Dediğim gibi yazacak, anlatacak çok şey var ama içimden gelmiyor... Bunun için birilerine hakszılık etmişsem şimdiden özür dilerim....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder