30 Ağustos 2008, 00:18
İstanbul
Üç dört gündür Ubuntu ile boğuşuyorum... Şimdilk pek bir sorun görünmüyor... Yaşadıklarımı maddeler halinde yazayım dedim.
1. Kendisi ile birlikte gelen Nvida sürücülerinde sorun vardı. İki de bir de kilitlerniyordu. Nvidia'nın sitesinden linux için olan son sürümü çekip install ettim sorun kalmamış gözüküyor.
2. Windows'da bir türlü 7.1 olarak çalıştıramadığım ses kartımı alsamixer ayarları ile çalıştırmayı başardım. Daha önce de denemiştim ama yapamamıştım. Meğer ini dosyasının içinde channel sayısı 2 olarak kalmış. 8'e çıkarınca sorun düzeldi.
3. Joomla kurdum. Bunun içinde önce apache/php/mysql tabi. Sonra captcha için freefont ve GD library... Ama ne yaptıysam Community Profiler ile Captcha pluginini çalıştıramdım. Yaklaşık 12 saatime mal oldu... Ve biraz önce başardım... Bu kadar salakça bir hata olamaz. Hata benim değil tabi. Captcha'nın yazarının... Neyse bu kadar uğraştan sonra çalışmasına sevinmeli...
Blogspot ile saatlerimiz arasında bir uyuşmazlık var:)) NTP lazım:)))
şimdilik bu kadar...
Yine de yaşıyor insan, merak yüzünden. Yeni bir şeyler bekleyip duruyor... Lermentov
30 Ağustos 2008 Cumartesi
28 Ağustos 2008 Perşembe
Ubuntu...
28/08/2008, 13:08
İstanbul
İstanbul
Uzun zamandır windows kullanıyorum. Üniversite okurken tanışmıştım bilgisayarla. Fakülteye doğru dürüst gitmeyen ben bilgisayar odasının açılması ile sabah erkenden yollara düşer akşamda en son çıkan biri olmuştum. İstanbula müthiş bir kar yağıp okulların 15 gün tatil olduğu günün sabahında bile düşmüştüm yollara... Otobüsler çalışmıyor! Olsun... Otostopla başlayan, dolmuş, yaya devam eden bir yolculuk sonucunda fakülteye varmıştım. Ve kapalıydı... Kimsecikler yoktu... Dönüş yolunu is tamamen yürüyürek aldım. Ayakkabılarımın (evet bot değil normal bildiğiniz ayakkabı) içi tamamen kar suyu olmuştu... Düşündüğüm tek şey vardı.. Yurda gideceğim, ayakkabılarımı, çoraplarımı çıkaracağım bir sıcaklık yayılacak ayaklarımdan yukarıya doğru ve uzanıp ranzama uyayacağım... İşte Maslaktan Feriköye yürürken bütün bir yol boyunca aklımda sadece bu görüntü vardı...
Sonraki 15 gün geçmek bilmemişti... Bilgisayarlardan sanırım hayatımda, tanıştıktan sonra uzak kaldığım en uzun süreydi bu... Bilgisayar dediğimde berbat bir işletim sistemi hewlet-packard'ın bir modeliydi. 3.5" disket sürücüsü olan. Bir yıl kadar sonra Fransız malı Goupil diye monitörüne kadar simsiyah ama gerçek anlamda pcler geldi... Üzerlerinde harddisk, 5.25" sürücü ve windows 1.1 vardı:)
Hiç unutmam kurcalarken, dalgınlık işte windows ayarlarından fontları ve zemini siyah yapmışım... Ekran zaten siyah beyaz... Windows'u, o günkü bilgimle kullanılmaz hale getirmem ilk kez böylece olmuştur...
Sonra yıllarla birlikte windows ve microsoft programları çok ama çok yol katettiler... Excel'i 1.0 versionunu düşünüyorumda. Bir sheet'te ancak 4 çeşit font kullanabiliyordunuz örneğin.
Değişmeyen tek şey yıllarla birlikte benim de kullandığım windows'ları göçürme becerimdir... En son iki gün önce başardım. Nasıl yaptım bilmiyorum... Valla ben bir şey yapmadım:)))
Neyse... Bu çok uzun birlikteliği bitirdim dün... Artık Ubuntu kullanıyorum... Bir linux dağıtımı... Biraz uğraştırdı başta ama olsun... En sevdiğim özelliği Synaptic denen paket yönetim programı bana şu program lazım diyorsunuz hemen seçenekleri söylüyor işaretleyip kur diyorsunuz indirip, kurup kullanıma hazır hale getiriyor... Üstelik programlarda genelde bedava...
Yaşasın Ubuntu!!!
Sonraki 15 gün geçmek bilmemişti... Bilgisayarlardan sanırım hayatımda, tanıştıktan sonra uzak kaldığım en uzun süreydi bu... Bilgisayar dediğimde berbat bir işletim sistemi hewlet-packard'ın bir modeliydi. 3.5" disket sürücüsü olan. Bir yıl kadar sonra Fransız malı Goupil diye monitörüne kadar simsiyah ama gerçek anlamda pcler geldi... Üzerlerinde harddisk, 5.25" sürücü ve windows 1.1 vardı:)
Hiç unutmam kurcalarken, dalgınlık işte windows ayarlarından fontları ve zemini siyah yapmışım... Ekran zaten siyah beyaz... Windows'u, o günkü bilgimle kullanılmaz hale getirmem ilk kez böylece olmuştur...
Sonra yıllarla birlikte windows ve microsoft programları çok ama çok yol katettiler... Excel'i 1.0 versionunu düşünüyorumda. Bir sheet'te ancak 4 çeşit font kullanabiliyordunuz örneğin.
Değişmeyen tek şey yıllarla birlikte benim de kullandığım windows'ları göçürme becerimdir... En son iki gün önce başardım. Nasıl yaptım bilmiyorum... Valla ben bir şey yapmadım:)))
Neyse... Bu çok uzun birlikteliği bitirdim dün... Artık Ubuntu kullanıyorum... Bir linux dağıtımı... Biraz uğraştırdı başta ama olsun... En sevdiğim özelliği Synaptic denen paket yönetim programı bana şu program lazım diyorsunuz hemen seçenekleri söylüyor işaretleyip kur diyorsunuz indirip, kurup kullanıma hazır hale getiriyor... Üstelik programlarda genelde bedava...
Yaşasın Ubuntu!!!
25 Ağustos 2008 Pazartesi
Lades
25/08/2008
02:24, istanbul
02:24, istanbul
Sigaram bitti.... Her zaman başıma gelen ama hiç bir zaman önlemini almadığım bir durum... Bile bile lades aslında benimkisi. Günde kaç paket sigara içtiğimi biliyorum, elimdeki sigarayı biliyorum, buna rağmen almıyor, almak için bir çaba göstermiyorum... Sonra böyle gecenin bir yarısı sigarasız kalıp çaresiz evde bir yerlerde unutulmuş sigara arayışına giriyorum...
Sarma tütün buldum bu gece... En az 8 yıllıktır bu... Kurtlanmamış hala. Aslında evde her şey vardır da benim zor olan arayıp bulmak... Eminim bir yerlerde açılmamış bir paket sigara da vardır...
Sarmasını iyice unutmuşum... Parmağım kadar kalın ve gevşek oldu... Sigara mı içiyorum tütün mü yutuyorum belli değil.
Bile bile lades... Asıl sorun bu... Neden, niçin, niye bile bile lades yahu... Hemde her seferinde... Bir olur, hadi iki olur ama devamlı bu sigara bitmesini bile bile yaşamak neden?
21 Ağustos 2008 Perşembe
Soru....
18 Temmuz 2005, istanbul
İzmirden dönüyoruz oğlumla. Uyumadığı zamanlarda sohbet ediyoruz. Arada bir soruyor istanbula ne kadar kaldi diye.
-260 km.
-yani ne zaman variriz?
-Bu hizla gidersem en gec 3 saat
-kacla gidiyorsun
-90'la
-ama istesen daha hizli gidebilirsin, mesela 100'le gitsen ne kadar sürer
-cok farketmez
-ama 120 yada 140'la gidersen
-o zaman 2 saat sürer, ama trafik polisi de ceza yazar
-neden?
-hiz sınırı var şehirler arasi yolda maksimum 90km
-şehirde ne kadar?
-bazi yollarda 120 bazi yerlerde 50
-en fazla 120'mi
-evet, en fazla 120
-Peki ama madem 120'yi gecince polis ceza yaziyor o zaman neden arabalar 120'den hizli gidecek biçimde üretiliyor?
dumur vaziyeti:))))
Oğlum 8 yaşında
İzmirden dönüyoruz oğlumla. Uyumadığı zamanlarda sohbet ediyoruz. Arada bir soruyor istanbula ne kadar kaldi diye.
-260 km.
-yani ne zaman variriz?
-Bu hizla gidersem en gec 3 saat
-kacla gidiyorsun
-90'la
-ama istesen daha hizli gidebilirsin, mesela 100'le gitsen ne kadar sürer
-cok farketmez
-ama 120 yada 140'la gidersen
-o zaman 2 saat sürer, ama trafik polisi de ceza yazar
-neden?
-hiz sınırı var şehirler arasi yolda maksimum 90km
-şehirde ne kadar?
-bazi yollarda 120 bazi yerlerde 50
-en fazla 120'mi
-evet, en fazla 120
-Peki ama madem 120'yi gecince polis ceza yaziyor o zaman neden arabalar 120'den hizli gidecek biçimde üretiliyor?
dumur vaziyeti:))))
Oğlum 8 yaşında
Yabancılaşma
19 Ağustos 2005, istanbul
Canım sıkkın bu günlerde...
Ne zaman yolculuğa çıksam bir daha geri dönmeyecekmişim gibi bir his kaplar içimi. Her yolculuk bir yazı tura oyunu sanki. Ve şimdiye kadar hep yazı dedim, o da yazı geldi. Her yazı ise yazı-tura havuzundan bir rakam daha eksiltti. Her yazıya sevinirken ister istemez turaların artışı geldi gözler önüne.
İnsanlar sonucunda ortaya çıkabilecek durumlardan hoşnut olmadıkları bazı şeyleri bile bile niye yapar?
Düşme tehlikesi varken neden uçağa biner mesela? Kaza tehlikesi varken neden araba veya daha korumasız olan Motorsiklet kullanırlar? Hadi motorsiklet kullanır neden kask takmazlar? Neden en ufak bir hatanın bize bağlı veya değil bizi oldüreceğini bile bile 200 km/s gibi veya ötesi hızlara çıkarız? Neden sigara içeriz? Neden soruları o kadar çoğaltılabilir ki.
Geçen gün bir arkadaşımla telefonda konuşurken dank etti. Çünkü yabancılaşırız. Yabancılaşamasak bu işlerin hiç birini yapamayız. Hatta yatağımızdan bile çıkamayız belki. Yabancılaşmak? Ölenler, yaralananlar, düşen uçak, kaza yapan araç. Bunlar bizim başımıza gelmez. Biz dikkatliyizdir, biz iyiyizdir. Bu olaylar bizim yaşam alanımızın dışından sanki bize sunulan haberlerdir sadece. Yaşanmışlıkları gerçeklikleri tartışılan. Bize uzak. Ama ne zamanki bir yakınımız veya kendimiz aynı şekilde konu olursak, olayın yabancısı değil de öznesi olursak durum ciddileşir.
Canım sıkkın bu günlerde...
Canım sıkkın bu günlerde...
Ne zaman yolculuğa çıksam bir daha geri dönmeyecekmişim gibi bir his kaplar içimi. Her yolculuk bir yazı tura oyunu sanki. Ve şimdiye kadar hep yazı dedim, o da yazı geldi. Her yazı ise yazı-tura havuzundan bir rakam daha eksiltti. Her yazıya sevinirken ister istemez turaların artışı geldi gözler önüne.
İnsanlar sonucunda ortaya çıkabilecek durumlardan hoşnut olmadıkları bazı şeyleri bile bile niye yapar?
Düşme tehlikesi varken neden uçağa biner mesela? Kaza tehlikesi varken neden araba veya daha korumasız olan Motorsiklet kullanırlar? Hadi motorsiklet kullanır neden kask takmazlar? Neden en ufak bir hatanın bize bağlı veya değil bizi oldüreceğini bile bile 200 km/s gibi veya ötesi hızlara çıkarız? Neden sigara içeriz? Neden soruları o kadar çoğaltılabilir ki.
Geçen gün bir arkadaşımla telefonda konuşurken dank etti. Çünkü yabancılaşırız. Yabancılaşamasak bu işlerin hiç birini yapamayız. Hatta yatağımızdan bile çıkamayız belki. Yabancılaşmak? Ölenler, yaralananlar, düşen uçak, kaza yapan araç. Bunlar bizim başımıza gelmez. Biz dikkatliyizdir, biz iyiyizdir. Bu olaylar bizim yaşam alanımızın dışından sanki bize sunulan haberlerdir sadece. Yaşanmışlıkları gerçeklikleri tartışılan. Bize uzak. Ama ne zamanki bir yakınımız veya kendimiz aynı şekilde konu olursak, olayın yabancısı değil de öznesi olursak durum ciddileşir.
Canım sıkkın bu günlerde...
Dört Nala Gidiyoruz, bizi bekleyen yere....
23 Ekim 2005, istanbul
"İşte geldik gidiyoruz,
Bilinmez bir diyara"
Tennese Willams hakkinda yazılmış bir kitapta okumuştum sanırım. Yitik Kuşak diye bir terim vardı. 68 kuşağına yani isimlendirilmiş bir kuşağa atıf içeriyordu. Geçiş döneminde kalmış bir kuşağı betimliyordu. Betimlemek! Bu sözcük bile anlatıyor aslında durumu. Betimleme de neymiş, "tanımlama" varken?
Aldığım eğitimi düşünüyorum da... Betimleme, tanımlama... Sözcük, kelime, Olasılık demek bile cesaret isterdi....
Ne kadar küçük şeylerle uğraşıyoruz.
Sonucunu animsamiyorum... Yoksa hatirlamiyorum mu demeliyim? Bir gazetenin düzenlediği bir yarışma vardı. Ütopya diye. Bu sözcüğü de o ilk zaman öğrenmiştim. Uzun bir açıklama vardı... Ütopya nedir diye...
Pek misafirperver değilim bu gece. Düşünceler bile anlatacaklarını söyleyebilecek kadar misafir olamıyor...
Bir müzik çalıyor... Sırf birileri bir şey söyledi diye hakkında yıllarca dinlemediğim, dinlemekten uzak durduğum birine ait. Ve düşünceler... Kopuk, ilgisiz. İşte aynen böyle...
Bir "S" harfinin yazılış biçimi bile olay olan bir kuşak.
Bir söz geldi aklıma.. "Gençliğimizde dünyayı, yaşlılığımızda ise gençliği değiştirmeye çalışırız"
Uyum yerine neden bu değiştirme çabası?
Bir şarkı çaldı... Ve düşünceler, görüntüler misafir oldu kısa kısa....
"İşte geldik gidiyoruz,
Bilinmez bir diyara"
Tennese Willams hakkinda yazılmış bir kitapta okumuştum sanırım. Yitik Kuşak diye bir terim vardı. 68 kuşağına yani isimlendirilmiş bir kuşağa atıf içeriyordu. Geçiş döneminde kalmış bir kuşağı betimliyordu. Betimlemek! Bu sözcük bile anlatıyor aslında durumu. Betimleme de neymiş, "tanımlama" varken?
Aldığım eğitimi düşünüyorum da... Betimleme, tanımlama... Sözcük, kelime, Olasılık demek bile cesaret isterdi....
Ne kadar küçük şeylerle uğraşıyoruz.
Sonucunu animsamiyorum... Yoksa hatirlamiyorum mu demeliyim? Bir gazetenin düzenlediği bir yarışma vardı. Ütopya diye. Bu sözcüğü de o ilk zaman öğrenmiştim. Uzun bir açıklama vardı... Ütopya nedir diye...
Pek misafirperver değilim bu gece. Düşünceler bile anlatacaklarını söyleyebilecek kadar misafir olamıyor...
Bir müzik çalıyor... Sırf birileri bir şey söyledi diye hakkında yıllarca dinlemediğim, dinlemekten uzak durduğum birine ait. Ve düşünceler... Kopuk, ilgisiz. İşte aynen böyle...
Bir "S" harfinin yazılış biçimi bile olay olan bir kuşak.
Bir söz geldi aklıma.. "Gençliğimizde dünyayı, yaşlılığımızda ise gençliği değiştirmeye çalışırız"
Uyum yerine neden bu değiştirme çabası?
Bir şarkı çaldı... Ve düşünceler, görüntüler misafir oldu kısa kısa....
Geceler kara tren...
19 Aralık 2005, istanbul
"Geceler kara tren, geceler
yüklüyor bana seni geceler"
diyor şarkı... gecenin bir yarısı olmuş yine... Gündoğumunu görmeyeli çok oldu usta. izleyip yattığımız zamanları geçtik çoktan... Kaygısızlığın yerini kaygıların aldığı, her şeyin daha hızlı olduğu kıyılardayız. Yitirmişlik duygusu var artık torbamızda. Onun içindir ki gündoğumunu bile bekleyemiyoruz artık...
"Bende bir resmin var yüzüme bakmıyor"
Biz insanlarız aslında her şeyi yapan. Çevremize demir parmaklılkları örüp sonra acıtıncaya kadar ellerimizle onu sıkıp o parmaklığın dışına hasret, ızdırap, isyan karışımı duygularla bakan. Üç kuruşluk dünya demiş şair... Satmaya kalksan üç kuruş etmeyecek şeyleri almak için bunca kavga gürültü... Ele gecirdiğine değmeyecek tepeler için, onlarca insanı kırmaktan çekinmeden savaşmak. Evet öyle olması gerekir denmesi.
Gündoğumunu görmeyeli çok oldu usta. Bilgisayar denen meret çıktığından beri kalemle sevişmiyor kağıt. Not düşülmüyor artık geleceğe...
Bu treninde vakti geldi artık...
"Geceler kara tren, geceler
yüklüyor bana seni geceler"
diyor şarkı... gecenin bir yarısı olmuş yine... Gündoğumunu görmeyeli çok oldu usta. izleyip yattığımız zamanları geçtik çoktan... Kaygısızlığın yerini kaygıların aldığı, her şeyin daha hızlı olduğu kıyılardayız. Yitirmişlik duygusu var artık torbamızda. Onun içindir ki gündoğumunu bile bekleyemiyoruz artık...
"Bende bir resmin var yüzüme bakmıyor"
Biz insanlarız aslında her şeyi yapan. Çevremize demir parmaklılkları örüp sonra acıtıncaya kadar ellerimizle onu sıkıp o parmaklığın dışına hasret, ızdırap, isyan karışımı duygularla bakan. Üç kuruşluk dünya demiş şair... Satmaya kalksan üç kuruş etmeyecek şeyleri almak için bunca kavga gürültü... Ele gecirdiğine değmeyecek tepeler için, onlarca insanı kırmaktan çekinmeden savaşmak. Evet öyle olması gerekir denmesi.
Gündoğumunu görmeyeli çok oldu usta. Bilgisayar denen meret çıktığından beri kalemle sevişmiyor kağıt. Not düşülmüyor artık geleceğe...
Bu treninde vakti geldi artık...
14 şubat tekler partisi
15 Şubat 2006, istanbul
14 Şubatta bir tekler partisine gittim...partiyi duyan bütün çiftler elele tutuşup gelmişti...
Kötü şansım...
13 şubat 2006, istanbul
Hep derim bende kötü şans var diye ama genelde insanlar şaka yaptığımı sanır.
Son olay:
19" Samsung Monitörümü üretim hatasından(ki bu da başka bir hikayedir) dolayı iyice lekeli hale gelince birde açılışta ve kapanışta sağ üst köşesinden çatır çatır sesler gelmeye başlayınca değiştirmeye karar verdim. Oyun tarzı şeylere de meraklı olduğum için LCD değilde yine CRT bir monitör seçtim. Fiyatları baya düşmüş. Neyse 22" bir Philips aldım. Yük taşıyan biraraba ile anlaşarak asansörsüz 5 kat çıkardık. Bir heves kurdum monitörü ve tabiki hatasız kul olmaz prensibine uygun olarak büyük hevesle aldığım monitör alttan ve üstten bulanık ortadan oldukça net bir görüntü veriyordu. Monitörü bu şekilde 1 ay kadar kullandım. (paketle, 5 kat indir, bir yük arabası ile anlaş geri götür dert anlat üşendim açıkcası. Birde biliyorum ya bu kötü şansımı.) Sonra dayanamadım servisi çağırdım.
-Getirin dediler.
-Ufak diil bu öyle al getir diyorsunuz ama 22" monitör dedim...
Neyse sağolsunlar 4 Şubat gelip aldilar. Ama almadan önce baya bir uğraştı görüntüyü düzeltmek için.
-Hayret.. genelde böyle olmaz falan ama dedi sonrada yüklenip götürdü...
Gelde anlat adama, benim her işim böyledir...
Bugün akşam telefon ettiler. Monitör değişmiş. Fabrikadan kutusunda bir monitör gelmiş. Getirelim mi dediler.
- Tabi tabi, Bekliyorum dedim heyecanla.
10 dk. sonra geldiler. 5 kat çıkarmışlar sağolsunlar. Kutusunu açtılar gözümün önünde. Naylonundan çıkardılar falan. Kurduk...
Ekranda görüntü yok.
-Yeniden açmak lazım sanırım. Bir umut benimkisi.
Sonraki yarım saat uğraşmayla geçti. Telefonlar edildi falan. Bende sakin sakin izliyorum:)))) Monitör ne RGB'den ne Normal socketten görüntü almıyor. Menüsünü bile vermiyor ekrana....
- Hayret bir şey... diye söylenip duruyorlar.
Bu ilk gelmiyorki başıma:)
neyse gene topluyorlar monitörü, naylonuna koyuyorlar sonra karton kutusuna ve gidiyorlar....
Umuyorum 1-2 haftaya kadar yenisi gelir... Ve bu sefer tüm kontrollerden geçmiş çalışır vaziyette bir monitörle gelirler. Ama içimden bir ses bu sefer aynı modelle gelmeyeceklerini ve philips ile uzun bir tartışmaya gireceğimi söylüyor bana.
Hep derim bende kötü şans var diye ama genelde insanlar şaka yaptığımı sanır.
Son olay:
19" Samsung Monitörümü üretim hatasından(ki bu da başka bir hikayedir) dolayı iyice lekeli hale gelince birde açılışta ve kapanışta sağ üst köşesinden çatır çatır sesler gelmeye başlayınca değiştirmeye karar verdim. Oyun tarzı şeylere de meraklı olduğum için LCD değilde yine CRT bir monitör seçtim. Fiyatları baya düşmüş. Neyse 22" bir Philips aldım. Yük taşıyan bir
-Getirin dediler.
-Ufak diil bu öyle al getir diyorsunuz ama 22" monitör dedim...
Neyse sağolsunlar 4 Şubat gelip aldilar. Ama almadan önce baya bir uğraştı görüntüyü düzeltmek için.
-Hayret.. genelde böyle olmaz falan ama dedi sonrada yüklenip götürdü...
Gelde anlat adama, benim her işim böyledir...
Bugün akşam telefon ettiler. Monitör değişmiş. Fabrikadan kutusunda bir monitör gelmiş. Getirelim mi dediler.
- Tabi tabi, Bekliyorum dedim heyecanla.
10 dk. sonra geldiler. 5 kat çıkarmışlar sağolsunlar. Kutusunu açtılar gözümün önünde. Naylonundan çıkardılar falan. Kurduk...
Ekranda görüntü yok.
-Yeniden açmak lazım sanırım. Bir umut benimkisi.
Sonraki yarım saat uğraşmayla geçti. Telefonlar edildi falan. Bende sakin sakin izliyorum:)))) Monitör ne RGB'den ne Normal socketten görüntü almıyor. Menüsünü bile vermiyor ekrana....
- Hayret bir şey... diye söylenip duruyorlar.
Bu ilk gelmiyorki başıma:)
neyse gene topluyorlar monitörü, naylonuna koyuyorlar sonra karton kutusuna ve gidiyorlar....
Umuyorum 1-2 haftaya kadar yenisi gelir... Ve bu sefer tüm kontrollerden geçmiş çalışır vaziyette bir monitörle gelirler. Ama içimden bir ses bu sefer aynı modelle gelmeyeceklerini ve philips ile uzun bir tartışmaya gireceğimi söylüyor bana.
Süperman Hakkında Aklıma takılanlar....
3 Nisan 2006, istanbul
-Süperabi şimdi sana hiç bi şekilde zarar verilemiyor di mi?
-evet
-Peki abi saçını sakalını kim kesiyo? Shocked
Bir seride Clark Kent ve Lois Lane Evlenirler ve niagara şelalesinde balayına çıkarlar. Süperman Uyurken Lois onun saçını kesmeye kalkar ve makas kırılır... Lois böylece sevdiği adamın Süperman olduğunu anlar...
************************************************
Neden hep isim ile soyadlari genelde ayni okunuş harfiyle başlar?
Lois Lane
Clark Kent
Lana Lang
Lex Luthor
v.b.
*************************************************
Superman'e güç veren güneşimizdir... Gece karanliginde güçlerini koruyabilmesinin ve uzayda yolculuk edebilmesinin sirrri nedir?
*************************************************
Çizgi romanlarda Lex Luthor Hep süpermana yaklaşık atletic bir tipken nedense hep filmlerde tam tersi bir karakter oynatilarak seyirci tepkisi daha baştan çekilir? (ilk filmlerde Gene Hackman, son filmde Kevin Spacey)
*************************************************
Superman'in nasıl olup da uçtuğu konusunda yeterli bir açıklama yoktur... Yercekimi denilmektedir hatta bizarro mazcersinda bu vurgulanmaktadır ama yeterli değidir ayni mantiikla gidersek Ayda astronotlarin ucabilmesi lazimdi....
-Süperabi şimdi sana hiç bi şekilde zarar verilemiyor di mi?
-evet
-Peki abi saçını sakalını kim kesiyo? Shocked
Bir seride Clark Kent ve Lois Lane Evlenirler ve niagara şelalesinde balayına çıkarlar. Süperman Uyurken Lois onun saçını kesmeye kalkar ve makas kırılır... Lois böylece sevdiği adamın Süperman olduğunu anlar...
************************************************
Neden hep isim ile soyadlari genelde ayni okunuş harfiyle başlar?
Lois Lane
Clark Kent
Lana Lang
Lex Luthor
v.b.
*************************************************
Superman'e güç veren güneşimizdir... Gece karanliginde güçlerini koruyabilmesinin ve uzayda yolculuk edebilmesinin sirrri nedir?
*************************************************
Çizgi romanlarda Lex Luthor Hep süpermana yaklaşık atletic bir tipken nedense hep filmlerde tam tersi bir karakter oynatilarak seyirci tepkisi daha baştan çekilir? (ilk filmlerde Gene Hackman, son filmde Kevin Spacey)
*************************************************
Superman'in nasıl olup da uçtuğu konusunda yeterli bir açıklama yoktur... Yercekimi denilmektedir hatta bizarro mazcersinda bu vurgulanmaktadır ama yeterli değidir ayni mantiikla gidersek Ayda astronotlarin ucabilmesi lazimdi....
Gecenin getirdiği bir kaç anlamsız söz....
Hayallerimiz vardı çocukluğumuzda... Geleceğe dair, yapacaklarımıza... Ne kadar Saftık o zamanlar... Dünyamız ve insanlar aynı saflıktaydı bizim için... En büyük kötülük arkadaşımızın oyuncağımızı kırması veya almasıydı belki... Ama bir o kadar da çabuk unutulası şeyler...
10 Nisan 2006, istanbul
Dünya değişti sonra... Farkına varamadık... Umursamadığımız yaşamın peşinde koşar olduk... Ve bir gün geldi ki kendimeze sorar olduk... Ne oldu bize? diye... Verecek yanıtımız yoktu bu soruya...
Oysa çok fazla bir şey değildi istenen... Her insanın istediği kadar sevmek sevilmek belki...
Hayatın ne dışında ne de tam ortasında olmak gerek,
Oldun mu üstünde olmak gerek ki göresin tüm resmi,
Şaşkın uçan ördek olmamak lazım ama üstünde dediysek,
Çamları da devirmemek lazım içinde olmak adına,
Adam gibi adam olmak yetmiyor bazen yaşamda,
Kimseyi memnun etmek benim neyime gerek,
Ante Derki, son replikler söylendi işte
Lakin çıkmadı şişman kadın,
Irak oldu hep istenenler,
Neredeyim diye soruluyorsa eğer hala, Perde!
10 Nisan 2006, istanbul
Dünya değişti sonra... Farkına varamadık... Umursamadığımız yaşamın peşinde koşar olduk... Ve bir gün geldi ki kendimeze sorar olduk... Ne oldu bize? diye... Verecek yanıtımız yoktu bu soruya...
Oysa çok fazla bir şey değildi istenen... Her insanın istediği kadar sevmek sevilmek belki...
Hayatın ne dışında ne de tam ortasında olmak gerek,
Oldun mu üstünde olmak gerek ki göresin tüm resmi,
Şaşkın uçan ördek olmamak lazım ama üstünde dediysek,
Çamları da devirmemek lazım içinde olmak adına,
Adam gibi adam olmak yetmiyor bazen yaşamda,
Kimseyi memnun etmek benim neyime gerek,
Ante Derki, son replikler söylendi işte
Lakin çıkmadı şişman kadın,
Irak oldu hep istenenler,
Neredeyim diye soruluyorsa eğer hala, Perde!
Tütün üzerine bir kaç söz...
22 Mart 2007, istanbul
Babam köylüdür benim.... Bildiğiniz basbayağı bir köyde doğmuş, büyümüş.....İlkokulla 13 yaşında tanışmış, üstelik kendi köyünde de değil... Okumak için her gün 5 km yürümek zorunda olduğu bir uzaklık... Olsun.. Annemle tanışmasına vesile olmuş sonuçta... Tütüncülük köylünün geçim kaynağı... Hani şu bir kaç nefeste tükettiğimiz dışı beyaz içi katran karası avuntularımızın kaynağı... İçerken hiç düşündünüz mü nasıl üretildiğini? Geceninin ikisinde şehirliler mışıl mışıl yataklarında uyurken imece veya ücretli usulu toplanan onca insanın bir traktör römörkünde, çoluk, çocuk hatta bebek tarlalara doğru olan yolculuğunu... Gecenin ikisinde iki büklüm, lüks ışığı altında, tüm o tütün arklarında yanılgısız bir makina gibi işleyen ellerin tütün dalı çevresindeki ritmik hareketlerini... Gün doğumun karşı yakılan bir ateş külünün üzerinde atılan yufkanın içine doğranan domates, soğan, biberin tadını... Hepsi hepsi bu işte... Bebekler bir ağaç dibinde kundakta, çocuklar ise ark aralarına bırakılımış tütün öbeklerini küfelere taşımakla görevli... Öğlene, güneş artık yeter çalışmayın diyene kadar süren hummalı bir faaliyet aslında bu... Ama bitmeyen... Dönüş sonrası alalacele yenen bir yemek ve toplanan onca tütünün kurutulmak üzere dizilmesi gerekiyor çünkü... Her küfe başında bir insan... Uzaklarda bir radyodan yayılan "halimem" türküsü eşliğinde uzun demir iğnelere tam orta damarını nişanlayıp dizmeye başlanır tütün yaprakları.... O ne yapraktır öyle.. Her biri elde kir bırakır... Öyle ki bir zaman sonra elin üzerinde kalın, siyah bir tabaka oluşur... Acıdır... Dizilen iğneler kargıya savılır biriktikçe... Sonra da kuruması için asılır demir tellerin üzerine... Güneş çoktan batmıştır... Yenilen bir akşam yemeği ve sonrasında bir kaç saatlik uyku... Ve gecenin bir yarısı yine köyde bir hareketlilik... Traktörlerin homurtusu, insanların bağrışları.... Ne farkı var tüm bunların bir kısırdöngüden? Bütün bir yaz böyle geçer benim köyümde... Ara sıra pamuğa veya ilkbahar yağmurlarıyla kuzugöbeği toplamaya da gidilir ama asıl geçim kaynağı tütündür... Kurur tütünler, baskıya girer... İnci tanesi gibi dizilir kuru tütün yaprakları sonra kol gücüyle çalışan bir baskı makinası ile bir metreye bir metrelik balyalar haline getirilir sıkıştırılarak... Ve heyecanlı bir bekleyiş başlar... Tütün baş fiyatının yani en iyi kalite tütünün alım fiyatının açıklanması... Ardından eksperler gelir ürününüzü incelemeye... Balyalardan örnek alınıp incelenir... Kalitesine göre fiyat verilir... İster ona satarsın istersen tüccara...Bütün bir yaz böyle geçer... Aldığın para mı? Eğer iyi bir sezon geçirmişsen şehirde ortalama bir mühendisin aldığı bir aylık maaşın en fazla 2-3 katı bir para alırsın tüm bu çalışmana karşılık... Tarla icarsa çoğu ona gider zaten.... Tüm bir yıl geçimin budur işte....
Sigara içerken aklıma geldi yazdım...
Başlık yok gecenin içinden sallamalar var...
23 Mart 2007, istanbul
Bu gece nedense yazmak geldi içimden... Belirli bir nedeni yok aslıda... "Shall we dance" fimindek susan sarondon'un dediği gibi belki her şey bir kaç tanık için.... Biliyorum tam olarak böyle değil söylediği...
Akılma bir apartman dibinde akşamın yoğun karanlığı etrafı sararken yol kenarındaki toprağa paslı bir çivi ile çizdiğim şekiller geliyor... Ensemde her an karanlıktan fırlayıvercekmiş gibi gelen vampir korkusu.... Bilmiyorum o zamanlar aileler daha mı bilinçsizdi yoksa gerçekten bir tehdit yok muydu? Oysa gazetelerde bol bol cinayet ve gece öldüren bir katil hikayesi dolaşıyordu o sıralar....
Yıl 1974.... Murat araba ile ilk tanıştığım yıllar.. Babamın bir polis ahbabı almış... Professörün bilmem kaç model o geniş ve insana güven veren impalasından sonra çok bir kutu gibi geliyor ben çocuğa... Şimdi toprakla bir oldun mu acaba.... Hala unutamıyorum o iki katlı evinde defalarca gözümde çıkan arpacık için eşinin yüzüme koyduğu mavi boncuları... Ve onların saatler süren yüzümdeki yolculuğunu.... Bir kamyon arkasında pikniğe gidişlerimizi, yakartop, ortada sıçan oyanyışlarımızı.... Her şey siyah beyaz kareler gibi... Renklenmeye ne zaman başladık biz?
Yıl 1974... Gecenin karanlığı inince şehre bekciler dolaşırdı sokaklarda... Otomobillerin farlarında mavi şapkalar... Okumayı çokan sökmüş olan ben babamın pehlivan tefrikaları için her gün düzenli olarak aldığı tercüman gazetesinden takip ederdim olayları...Bir küvet içinde bir sürü ölü insan... Kıbrısta katledilen doktorun ailesinin fotoğrafları... Aklımda küçük mücahit'in öyküsü milliyet yayınlarından... Hala durur kitaplığımda....
Yıl 1974.... Hürriyetin ana sayfası.... Bir gazinoda çalışan bilmem kim adlı şarkıcı iç çamaşırı giyiyor muydu giymiyor muydu? Magazin habrciliği sandığımz kadar yeni değil sanırım....
Istanbula kar yağdığı yılmıydı o yıl? Dayımın geldiği ve benim herkesi beni dışarı bırakmıyorlar diye eve kilitleyip Feriköy ortasahasından balkonu gözlemlediğim yıl mıydı yoksa....
Zaman ne çabuk geçiyor ve acımasızca siliyor anılarıı... Bazen bir an oluyor yahu benim şöyle bir arkadaşım, şöyle bir anım var demekten alamıyor insan kendini....
Her ne kadar sevmesem de Amerikan edebiyatının bir tanımlaması geliyor aklıma... "Yitik kuşak".... Tennese Williamsın satıcı eserinde olduğu üzre....
Bu gece nedense yazmak geldi içimden... Belirli bir nedeni yok aslıda... "Shall we dance" fimindek susan sarondon'un dediği gibi belki her şey bir kaç tanık için.... Biliyorum tam olarak böyle değil söylediği...
Akılma bir apartman dibinde akşamın yoğun karanlığı etrafı sararken yol kenarındaki toprağa paslı bir çivi ile çizdiğim şekiller geliyor... Ensemde her an karanlıktan fırlayıvercekmiş gibi gelen vampir korkusu.... Bilmiyorum o zamanlar aileler daha mı bilinçsizdi yoksa gerçekten bir tehdit yok muydu? Oysa gazetelerde bol bol cinayet ve gece öldüren bir katil hikayesi dolaşıyordu o sıralar....
Yıl 1974.... Murat araba ile ilk tanıştığım yıllar.. Babamın bir polis ahbabı almış... Professörün bilmem kaç model o geniş ve insana güven veren impalasından sonra çok bir kutu gibi geliyor ben çocuğa... Şimdi toprakla bir oldun mu acaba.... Hala unutamıyorum o iki katlı evinde defalarca gözümde çıkan arpacık için eşinin yüzüme koyduğu mavi boncuları... Ve onların saatler süren yüzümdeki yolculuğunu.... Bir kamyon arkasında pikniğe gidişlerimizi, yakartop, ortada sıçan oyanyışlarımızı.... Her şey siyah beyaz kareler gibi... Renklenmeye ne zaman başladık biz?
Yıl 1974... Gecenin karanlığı inince şehre bekciler dolaşırdı sokaklarda... Otomobillerin farlarında mavi şapkalar... Okumayı çokan sökmüş olan ben babamın pehlivan tefrikaları için her gün düzenli olarak aldığı tercüman gazetesinden takip ederdim olayları...Bir küvet içinde bir sürü ölü insan... Kıbrısta katledilen doktorun ailesinin fotoğrafları... Aklımda küçük mücahit'in öyküsü milliyet yayınlarından... Hala durur kitaplığımda....
Yıl 1974.... Hürriyetin ana sayfası.... Bir gazinoda çalışan bilmem kim adlı şarkıcı iç çamaşırı giyiyor muydu giymiyor muydu? Magazin habrciliği sandığımz kadar yeni değil sanırım....
Istanbula kar yağdığı yılmıydı o yıl? Dayımın geldiği ve benim herkesi beni dışarı bırakmıyorlar diye eve kilitleyip Feriköy ortasahasından balkonu gözlemlediğim yıl mıydı yoksa....
Zaman ne çabuk geçiyor ve acımasızca siliyor anılarıı... Bazen bir an oluyor yahu benim şöyle bir arkadaşım, şöyle bir anım var demekten alamıyor insan kendini....
Her ne kadar sevmesem de Amerikan edebiyatının bir tanımlaması geliyor aklıma... "Yitik kuşak".... Tennese Williamsın satıcı eserinde olduğu üzre....
12 Eylül
12 eylül 2007, istanbul
Bu gün 12 Eylül.... Bundan tam 27 yıl önce bu gün bu saatlerde ateşler içinde kıvranıyordum... Pazarı pazartesiye bağlayan geceydi. Liseye geçmiştim, sabah okula gidecektim ve ben o gece yüksek ateşle yatağımda kıvranıyordum. Bütün aile başımdaydı... Saat 04:00 gibi evimizin zili çalındı... Gelenler Polisti... Babamı alıp götürdüler... Babam da bir polisti...
Devrim olmuş demişti babam gitmeden önce sadece.... Devrim.... O kadar yabancıydı ki bu sözcük... Bir zamanların ünlü duvar yazısından başka bir şey ifade etmiyordu benim için. "Tek yol devrim"
Olmuştu işte...
Sonra iki de bir "Netekim" diyen bir adam çıktı konuk oldu siyah beyaz Televizyonumuza... O gün sokağa çıkamadık... Ekmek dağıttı polisler sokak sokak. Jandarmalar kol gezdi sokaklarda...
Ancak bir kaç gün sonra gidebildik okula... Bülent ULUSU başbakan oldu bir süre sonra... Ve bir çığ gibi büyüdü ondan sonra dilimin varmadığı söylemeye... Köşe dönmek ama sonucu ne olursa olsun moda oldu... Bankerzadeler, Turgutlar... TV'lerin sayısı arttı zamanla ama kaliteyi sormayın... Halk böyle istiyor diye kandırmacalarla halkın hiç düşünmediği ve düşünemeyeceği şeyler olağan günlük olaylarmış gibi sunulmaya başlandı onursuzca... Karar veremiyorum eskiden de böylemiydi hayat yoksa TV sayısının artması ile haber alma özgürlüğümüz mü genişledi ve kendimizi farklı bir dünyada mı bulduk...
1980... Kardeşim doğmamıştı henüz... 27 yıl geçmiş üzerinden...
Geçenlerde TV'de bir belgesel vardı... 2. Dünya savaşı sonrasını anlatan... İzledim de... Adamlar öylesine bir yıkımdan çıkıp nerelere gelmişler şu an... Biz sadece savaşın sonuna doğru savaş ilan edip tek bir kurşun bile sıkmadan atlatmışız o dönemi Rahmetli İsmet İnönü'nün sayesinde ama... Ama o çökük milletlerden kat be kat ilerde olmamaız gerekirken şimdi onların kapısında neredeyse dilenci konumuna düşmüşüz... Aman ne olur bizi AB'ye alın diye....
Biz niye habire birbirimizi yiyoruz ki? Merak ediyorum "İnsan insanın kurdudur" diye bir söz var mıdır acaba yabancıların lügatinde....
Yaşamak...
Yaşamak....
...
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile,mesala,
zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak, yani ağır bastığından.
Nazım Hikmet RAN...
Şiire oldum olası ısınamadım... Sevemedim... Sinsiliğinden belki...Açıksözlü değildir şiir... Söylemek istediğini direk söylemez... Okursun, bir şeyler söylüyor görünür ama gerçekte söylediği farklı şeylerdir...Düşünmen, yorumlaman gerekir... Bazen de öylesine sinsidir ki gerçekte söylemek istediğini söylüyordur ama sen inanmazsın... inanamazsın... Olmadık anlamlar yüklersin bu durumda... Bir deli kuyuya taş atmış misali... Hatta kavga edersin o şiirin adına...
Yaşamak... Sabahtan akşama uyusan da... Bütün gün eşekler gibi çalışsanda yaşayacaksın; korkak değilsen eğer...
3/6/2008, istanbul
...
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile,mesala,
zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak, yani ağır bastığından.
Nazım Hikmet RAN...
Şiire oldum olası ısınamadım... Sevemedim... Sinsiliğinden belki...Açıksözlü değildir şiir... Söylemek istediğini direk söylemez... Okursun, bir şeyler söylüyor görünür ama gerçekte söylediği farklı şeylerdir...Düşünmen, yorumlaman gerekir... Bazen de öylesine sinsidir ki gerçekte söylemek istediğini söylüyordur ama sen inanmazsın... inanamazsın... Olmadık anlamlar yüklersin bu durumda... Bir deli kuyuya taş atmış misali... Hatta kavga edersin o şiirin adına...
Yaşamak... Sabahtan akşama uyusan da... Bütün gün eşekler gibi çalışsanda yaşayacaksın; korkak değilsen eğer...
3/6/2008, istanbul
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)